oğuzhan özoğlu

iranologist

Mustafa Kemal Atatürk: Akıl, Bilim ve Modernite

Osmanlı İmparatorluğunun son yüzyılı, askerî gerileme ve siyasal çözülme dönemi gibi görünse de aslında zihinsel bir uyanışın habercisiydi. 18. yüzyılın sonlarından itibaren Osmanlı aydınları, yalnızca devletin kurumlarını değil, düşünce biçimini de sorgulamaya başladılar. Bu sorgulama, Tanzimat Fermanıyla kurumsal bir yön kazandı; Meşrutiyet ile siyasal özgürlük arayışına evrildi ve nihayetinde Cumhuriyet döneminde aklın ve bilimin rehberliğinde yeniden yapılanmış bir toplum projesine dönüştü. Ben, Atatürk’ün düşüncesini bu süreklilik içinde, Osmanlı aydınlanmasının zirvesi olarak görüyorum. Ahmet Cevdet Paşa’dan Namık Kemal’e, Ali Suavi’den Tevfik Fikret’e uzanan çizgide, insanı merkeze alan, bilimi otoritenin değil hakikatin kaynağı olarak kabul eden bir düşünsel damar vardır. Atatürk, bu birikimi sezgisel değil, sistematik biçimde kavramış; onu siyasal ve toplumsal bir gerçekliğe dönüştürmüştür.

Mustafa Kemal Atatürk’ün vizyonu, yalnızca bir devlet kurucusunun iradesiyle açıklanamaz. O, modernitenin üç temel eksenini — akıl, bilim ve insan merkezli ilerleme — Türkiye’nin yeniden doğuşunun dayanakları hâline getirmiştir. Ernst Cassirer’in moderniteyi “aklın kendini tarih içinde gerçekleştirmesi” olarak tanımladığı bir çağda, Atatürk, bu ilkeyi Anadolu’nun siyasal ve toplumsal koşullarına tercüme etmiştir. Atatürk’ün “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” sözü, bir slogandan çok, Aydınlanma düşüncesinin yerli bir yorumudur. Onun düşüncesinde bilimin değeri, yalnızca teknolojik ilerlemede değil, özgür düşüncenin kurumsallaşmasında yatar.

Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki reformların her biri — Tevhid-i Tedrisat, Latin alfabesine geçiş, üniversite reformu, kadınların toplumsal yaşama katılımı gibi reformlar— aklın, geleneğe üstünlüğünün ifadesidir. Bu reformlar, pozitivist bir tek yönlülük değil, bir aklileşme sürecinin kurumsal biçimleridir. Atatürk, sadece dünyayla rekabeti değil dünyayla konuşmayı amaçlayan bir ulus inşa etti. Bu yönüyle modernleşmeyi, Batı’ya yönelmek olarak değil, insanlığın ortak birikimine katılmak olarak anlamlandırdı.

Bu radikal reformların felsefi altyapısı, doğrudan Avrupa Aydınlanması ve onun 19. yüzyıldaki devamı olan pozitivist düşünceyle örülüdür. Atatürk’ün yaklaşımı, Batı’yı bir ‘medeniyet’ olarak körü körüne taklit etmek değil, Batı’nın entelektüel modernleşme sürecinde geliştirdiği, evrensel olduğunu düşündüğü rasyonel metodolojiyi ve kurumsal modelleri ithal etmekti. Bu, ‘Batılılaşmak’tan çok, sosyolojik bir ‘aklileşme’ (rationalization) projesidir. Örneğin, hukuk alanındaki devrim, bunun en somut kanıtıdır. Mistik, dini veya geleneksel bir meşruiyete dayanmayan, tamamen insan aklının ürünü olan yeni bir yasal çerçeveye duyulan ihtiyaç, onu doğrudan kıta Avrupası’na yönlendirmiştir. Otoriter bir dayatma değil, sistematik ve seküler bir temel arayışıyla İtalyan Ceza Kanunu’nun ve özellikle de İsviçre Medeni Kanunu’nun (Zivilgesetzbuch) ‘reception’ (iktibas) yoluyla alınması, bir ‘İsviçreli olma’ arzusu değil, o anın mevcut en modern, en akılcı ve birey haklarını temel alan hukuk sistemini benimseme iradesiydi. Aynı durum ‘laiklik’ ilkesi için de geçerlidir. Bu, Anglo-Sakson dünyasının ‘pasif’ sekülerizminden (devletin dine karışmaması) ziyade, Fransız ‘laïcité’ modelinin (devletin kamusal alanı akla göre aktif olarak şekillendirmesi) daha müdahaleci bir yorumuydu. Atatürk’ün laikliği, dini vicdanlara hapsederken, kamusal alanı ve eğitimi tamamen bilimin ve aklın ‘mürşitliğine’ teslim etmeyi amaçlıyordu. Dolayısıyla, Batı’dan alınan bu modeller, birer amaç değil, ulusal egemenliği ve aklı merkeze alan yeni bir toplum inşa etmek için kullanılan en ileri ‘araçlardı’.

O, ulusal kimliği evrensel değerlerle çatıştırmak yerine, onları karşılıklı besleyen bir sistem kurdu. Cumhuriyet’in diplomatik duruşu, laiklik anlayışı, eğitim politikaları, bilimsel kurumları — hepsi insan aklının sınırlarını genişletme iradesinin birer tezahürüdür. Atatürk, Auguste Comte’un “ilerleme” düşüncesine insancıl bir boyut kazandırarak, modernitenin yalnızca teknik değil, etik bir proje olduğunu göstermiştir.

Atatürk’ün dünyayla barışık vizyonu, Türkiye’nin entelektüel sınırlarını genişletmiştir. Dar bir milliyetçiliğe hapsolmadan, ulusal onuru korumanın mümkün olduğunu göstermiştir. “Yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesi, yalnızca diplomatik bir ilke değil, aklın ve insanlık vicdanının evrensel bir formülüdür.

Atatürk’ün yönünü Batı’ya çevirmesi, bir medeniyet tercihi değil, bir düşünme biçimi tercihidir. Bu tercih, Türkiye’nin yalnızca teknolojik değil, entelektüel modernleşmesinin de başlangıcı olmuştur. Bugün üniversitelerimizin, akademik kurumlarımızın, özgür basının ve toplumsal tartışma geleneğinin temeli, bu tercihe dayanır. Atatürk, bilimin evrensel dilini konuşmanın, bağımsızlığın en yüksek biçimi olduğunu görmüştü.

Akıl, bilim ve moderniteye dayalı bir hayatın, yalnızca bireysel değil, toplumsal bir kurtulş olduğunu biliyorum. Atatürk’ün yönünü insanlığa çevirmiş bakışını özlemle, saygıyla ve hayranlıkla anıyorum. O, yalnızca bir çağın kurucusu değil; düşünmenin, ilerlemenin ve barış içinde var olmanın ulusal ilham kaynağıdır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir